ALİ MAYA KEHANETTE
TATİLE GİD(EM)İYORUZ
Adaya aylardır vapur uğramıyor. Rüzgârmış, fırtınaymış, arızaymış, kaptanın canı sıkılmış vs... Biz yine küflenmiş bulgur, makarna, kurtlanmış kuru fasulye yemeye devam ediyoruz. Yıl 1972. Ramazan bayramı 8 Kasım çarşamba günü başlayacak.
Bir söylenti çıktı. Bayram için erken izin verilecekmiş... Hatta verilmiş bile... Bu söylenti kısa sürede dalga dalga yayıldı. Hepimizin içini bir memleket heyecan kapladı ki. İzin var mı yok mu belli değil. Vapur gelecek mi o da belli değil. Ama hiç önemi yoktu. Biz adeta sel gibiydik, hazırlanıp gidecektik. Önümüzde idare değil kimse duramazdı. Coğrafya dersindeyiz. Sınıfımız 5/E. Hocamız Ali Maya ders anlatıyor. Bizim bedenler orda ama kafalar başka yerlerde. Anladı durumu:
"Arkadaşlar dersi dinlemiyorsunuz. Kafalarınız başka yerlerde. Ancak siz bu işi abarttınız. Çok fazla heveslenmeyin. Belki gidemezsiniz. Olur ya belki izin verilmez, izin verilir vapur gelmez, vapur gelir siz binemezsiniz..." Bizler de içimizden kızıyoruz; hoca yine rastgele konuşuyor, kendisini düşünüyor, idareden yana tavır koyuyor, gitmemize engel olmak istiyor vs. Cumartesi vapur günü. Bavullarımızı toparladık. Yağmur altında, çamurlu yolda, yayan yapıldak birbirimiz peşi sıra Kuzu Limanına üşüşmeye başladık. Islak, terli, yorgun. Akşam olduğunda tahminen bütün okul limandaydık. Bir bina vardı hizmet için kullanılan. Sandalye kanepe kak getire, var ise de kime yeter ki. Salon üst üste valizler, sırt sırta yaslanmış, betona oturmuş ısınmaya, kurumaya, uyumaya çalışan arkadaşlarla dolup taşıyor, yer bulamayanlar da saçak altlarına, diğer kuytulara sokuluyorlardı. Gecenin ilerleyen bir saatinde jeneratör de durdu, elektrik kesildi. Liman karanlığa gömüldü. Birbirimizi ses ile kibrit, çakmak, sigara ışıklarıyla, bazen de ay ışığı ve denizin ışıltısı ile görüyorduk.
Sırtı ağrıyanlar, altı üşüyenler, ayağı uyuşanlar kalkıp, rıhtıma doğru gezintiye çıkıyor hem hava alıyor, hem vakit geçiriyor hem de umutla vapurun gelip gelmediğine bakıyor, onların yerini de yeni arkadaşlar alıyordu. Bu gezintilerin birinde, gecenin bir yarısında rıhtımda dolaşırken mendireği aşan bir dalga beni tepeden tırnağa ıslatmasın mı? Güler misin ağlar mısın?
Limana doluşanlar sadece biz öğrenciler değildik. Aylardır vapur gelmediği için sivil halktan mahsur kalan, hastası olan, yükü olan, işi olan çok sayıda insan sabaha doğru limanı doldurmuştu. Adeta ada halkının hepsi limana yığılmış, bu vapura binmeye hazırlanıyordu.
Neyse bu zor şartlar altında gözümüz yollarda beklerken gün ışımasına doğru bizim vapur göründü. Kurtarıcısına kavuşan esirler gibi büyük heyecanla, alkışla karşıladık vapuru. O nazlı bir gelin edasıyla limana doğru süzülürken bizler de ellerimizde valizlerimiz, çantalarımız, torbalarımız rıhtımı doldurmaya başlamıştık. Yanaşsa da kendimizi bir an önce vapura atsak başarmış sayılırdık.
Kaptan köşkün balkonunda göründü, halatlar atıldı. Vapur bağlanmak üzere. Seyrediyoruz olanları. Heyecan dorukta... Halatlar geri toplandı. İyi yanaşamadı galiba... Yön değiştirecek... Tekrar deneyecek... Vapur hareket etti. Çıkışa doğru yöneldi... Çıkıyor... Uzaklaşıyor... Gittikçe küçülüyor... Görünmez oluyor. Ne oldu? Gitti mi ? Gelecek mi? Nasıl oldu? Kaldık mı? Bunca kalabalık, elimiz böğrümüzde baka kaldık vapurun ardından. Sanki o giden trendi... Şaşkındık. Şaşkınlık yerini kızgınlığa, kızgınlık da öfkeye bırakmıştı. Yumduk gözümüzü, açtık ağzımızı. Küfrün, isyanın hesabı yoktu. Atış serbestti... Sonra yılgınlık, yorgunluk, yenilmişlik çöktü üzerimize.
Açtık, moralsizdik. Mecburen merkeze döndük. Hiç birimiz okula dönmek istemiyorduk. Ada lokantaları çok azımızı doyurabildi. Lokantalardan sonra fırınlarda ekmek, kahvehanelerde de yer kalmamıştı. Müdürümüz Özbek İncebayraktar ve yardımcıları ise 17 AFfetmezle(okul jeepi) bizleri ikna edip okula döndürme seferberliği yapıyorlardı adeta. O gün ilçe halkı aç kalmış, bizim kahvaltılıkların, yemeklerin ve ekmeklerin büyük bölümü de çöpe gitmişti. O gün bazı arkadaşlarımızın ölümü göze alarak yük motorlarıyla denize açıldıklarını sonradan duyduk. Ama büyük bölümümüz o cesareti gösteremedik. O gün hayatımızın en büyük hayal kırıklıklarından birine uğramıştık. Ama Çok da çabuk öğreniyorduk: İstemek başarmak değildi. İsteklerle imkânlar uyumlu olmalıydı. Burası ada idi, kendine özgü kuralları vardı. Mademki buraya gelmiş, bu kapana kısılmıştık, öyleyse bu kurallara uyum sağlamalıydık. Ben de kendi payıma mezun oluncaya kadar bu gerçeği hiç aklımdan çıkarmadım. Bu olaydan sonraki ilk derste hocamıza her şeyi önceden nasıl bildiğini sorduğumuzda; o hepimizin tanıdığı bilmiş, biraz alaycı, gülümseyen yüzü ile ve keyifle cevap vermişti: "Arkadaşlar! Şey yok, neyse o."
İhsan Soylu(619) 75 mezunu.