KÜÇÜK GÖKÇEADA YOLCUSU
Mayıs ayının ilk yarısıydı. Güney illerinin birinden geliyordu. Daha henüz çocuk denecek bir yaştaydı. Ege’nin ta en kuzeyindeki adaya, Türkiye’nin elde kalmış en büyük adasına gidiyordu. Dört yıldır oradaki öğretmen okulunda okuyordu, iki hafta sonra öğretmen olacaktı.
Sonbaharda öğretim yılının başında okuluna gider, şubat ayında da yarıyıl tatiline gelirdi. Bu sefer ise çok özel bir sefer olmuştu. Tatillerin dışında bir seferdi bu. Çocuk denecek yaştaydı ya, bu yıl mezun olacak olmasına rağmen gerçekten de yaşı küçüktü; öğretmenlik yapabilmek için doğup büyüdüğü kasabasındaki mahkemeden rüşt kararı almaya gitmişti. Kanuni bir zorunluluktu bu. Rüşt kararını almış, şimdi de işte adaya dönüyordu.
Doğup büyüdüğü kasaba Kuzey Ege’ye, Kuzey Ege’deki adaya çok uzak sayılırdı. Hem adaya istediği zaman da gidemezdi. Adaya gemilerin çalıştığı haftanın o iki gününe göre ayarlardı kendini. Genellikle cuma sabahları yola çıkardı. Ailesinden, kasabasından, sevdiklerinden… her ayrılışında içini buruk bir duygu kaplardı. Ama bu burukluk kasabanın beş dakika ötesindeki Akyokuş’ta onu terk ederdi. Bütün zorluk Akyokuş’a kadar sürerdi, o kadar. Ondan sonra ikinci evi olarak gördüğü okulunu düşünür, oraya ulaşmak için kat edeceği uzun ve yorucu yolculuğuna kendini uyarlamaya çalışırdı.
Bu gün günlerden cumartesiydi. Kasabasından bu sabah erkenden ayrılmıştı. Akşama Çanakkale’den hareket edecek gemiye yetişmeliydi. Koyu kahverengi bavulu bagaja vermiş, keklik kafesini yanına almıştı. Çıtalardan basitçe yapılmış kafeste iki tane keklik palazı(uçmaya yeni hazırlanan yavru keklik) vardı. Adadaki hemşerisi Meteoroloji Müdürü Orhan Amca ile Din Dersi öğretmenine götürüyordu.
Israrla bir çift keklik palazı istemişler, o da onların bu isteklerini yerine getirmek istemişti. Kasabasından yirmi liraya iki tane keklik palazı almış, babasına da bir kafes yaptırmıştı. Ayrıca yolda hayvanlara yedirmek için küçük bir kutuya biraz da ekin, ot falan koymuştu. Kutuyu bir iplik fileye yerleştirmiş, fileyi de kafese asmıştı. Mola yerlerinde otobüsün görevlisine bagajı açtırıyor, kafesin aralıklarından bir tutam otu kekliklerin önüne atıyordu. Çünkü öldürmeden onları da adaya ulaştırmalıydı.
Denizli’ye kadar hiç yağış olmadan gelmelerine rağmen Denizli’den itibaren ara ara yağmur yağmıştı. Öyle ki bazı yerlerde sağanak halinde yağan yağmura otobüsün silecekleri nerdeyse yetişememişti.
İzmir’e gelince hemen Çanakkale biletini almıştı. Yıllardır Sezer Turizm’in otobüsleriyle yolculuk yapardı. Çoğu eski olan bu otobüslerle yolculuklar biraz daha zorlaşırdı. Hatta bir seferinde bindiği Sezer Turizm’in yeşil otobüsü Çiğli önlerinde bozulmuş, saatlerce tamiri için beklemişlerdi. Bu sefer bir değişiklik olsun istemiş ve Varan Turizm’den bir bilet almıştı. Varan’ın bileti birazcık pahalıydı, ama bu seferlik de böyle olsundu. Akşama gemiye yetişmesi gerekiyordu. Sezer’in eski otobüslerinden birine binerek işini şansa bırakmak istememişti. Her gidişinde yaptığı gibi bu sefer Basmane’deki Sümer Palas’ta konaklamamıştı da. İlk defa aynı gün gemiye yetişecekti. Nasıl olsa Varan’ın yepyeni otobüsü yolları rahatlıkla kat eder, dağları aşar onu akşamki gemiye yetiştirirdi.
İşte bu düşüncelerle biletini almış, koyu kahverengi bavulu ile keklik kafesini bagaja kendi elleriyle yerleştirmişti. Bagaj kapağı kapatılmadan filedeki kutudan aldığı bir tutam otu da bir çift palazın önüne koymayı ihmal etmemişti. Kafesin aralıklarından keklik yavrularını incelemiş, sağlıklı olduklarına kanaat getirince rahatlamıştı. Demek ki keklikler yolculuktan fazlaca etkilenmeyeceklerdi. Böyle düşünmüştü. Açıkçası öyle olmasını da istiyordu. Yerinden yurdundan ettiği kuşları sağ salim hedefe ulaştırmayı çok istiyordu.
Varan Seyahat’in sütbeyaz, yepyeni, son model otobüsüne binip yola koyulduklarında içi rahatlamıştı. Saatine baktı, düşüncelere daldı, mırıltı halinde hesaplamalar yaptı. Önce parasını hesapladı. Çünkü cebindeki paranın bir bölümünü iki hafta sonra okul kapanınca dönüş yolculuğu için kullanacaktı. Parasının yeteceğini hesaplayarak rahatladı. Tekrar saatine baktı. Gideceği yolu kaç saatte alabileceğini hesaplamak istedi. Allah’tan bir şey mani olmazsa, akşam vakti Çanakkale’ye varır, gemiye de yetişirdi. Ama tam ucu ucuna derler ya en kötü ihtimalle ucu ucuna yetişirdi. Yetişsin de varsın ucu ucuna olsundu.
O, böyle hesaplar yaparken otobüs ona göre bir şahin gibi süzülerek yoluna devam ediyor, Ege sahilindeki kasabaları bir bir geride bırakıyordu. İçinden “beyaz şahin” demişti otobüse. Aynen Denizli’den beride görülen bahar yağmurları kuzeye doğru gittikçe daha yoğun sağanaklar halinde yağıyor, işte bu sağanaklarla karşılaşan otobüs mecburen hızını kesiyordu. Otobüsün yavaşlamasıyla birlikte içine bir ürperti çöküyor, yeniden saatine bakıp yeni hesaplamalara girişiyordu.
Bergama, Ayvalık derken epeyce de yol almışlar, Burhaniye’ye sonra da Edremit’e ulaşmışlardı. Sahil yolundan aynı şekilde devam ediyorlardı. Bu yoldan dört yıldır geçip giderken yanında hep arkadaşları olmuştu. Birlikte Ege adalarından Midilli’yi izlerlerdi uzunca bir süre. Yolun iki yanındaki zeytinliklere bakarlar, zeytinliklerde ve tarlalarda çalışan köylüleri izlerlerdi. Çoğu zaman otobüste saz çalan bir arkadaşları olur, onun nağmeleriyle neşelenirlerdi.
Bu sefer bunların hiç biri yoktu. Bulutlar sanki yerlere kadar inmiş, her yanı kaplamıştı. Denizden kopup gelen boz bulanık dalgalar sahile vuruyor, ardından bir yenisi daha koşup geliyordu. Midilli sanki denize gömülmüş gibi yok olmuştu.. Zeytinlikler ve tarlalar kendi hallerindeydiler, kimsecikler yoktu. Yol üzerindeki kasabalarda tek tük insanlar görülebiliyordu. Otobüste ise ne saz çalan arkadaşları, ne de onunla konuşacak birileri vardı. Yan koltuktaki yol arkadaşı otobüs daha şehri çıkmadan uyumuş, şimdiye kadar da hiç uyanmamıştı.
Kaz Dağları’na tırmanmaya başladıklarında yağmur daha da şiddetlenmiş, onun beyaz bir şahine benzettiği otobüs nerdeyse karınca yürüyüşüne geçmişti. Sık sık saatine bakıyor, aynı hesaplamaları büyük bir dikkatle bir daha yapıyordu. İstanbul’dan çıkan gemi acaba Ayvalık mı, yoksa Gemlik gemisi miydi? Ayvalık gemisiyse daha çabuk gelirdi. Gelen Gemlik gemisiyse mutlaka yetişebilirdi. Nedense öyle düşünüyordu ne fark edecekse. Belki de öyle olmasını istiyordu.
Beyaz otobüsün Kaz Dağları’nda her yavaşlayışı içine değişik duyguları dolduruyor, yana bakıyor, ara koridordan yola bakmaya, tabelaları okuyup nereye geldiklerini anlamaya çalışıyordu. İçi kıpır kıpırdı. Dudaklarından “Hayırlısı olsun, sağ salim ulaşayım da …” mırıltısı sık sık dökülüyor, ama içinin evhamını bir türlü söküp atamıyordu. Büyük bir telaşla aynı hareketleri yeniliyor, aynı ürpertileri, aynı sıkıntılar içinde yine yeniden yaşıyordu. Bagajdaki keklik palazlarını merak ediyordu. Uzunca bir süredir durmamışlar, o da palazlara bakamamış, ot verememişti.. Ölmeselerdi bari diye düşündü. Ta nerelerden getirmişti zavallıları. Daha bir sürü yol vardı önlerinde. Acaba dayanabilecekler miydi bu kadar uzun yola?
Eğer ölürlerse…!Bunu düşünmek bile istemiyordu. Keşke getirmeseydi, bu zorlu yolculuğa sokmasaydı onları. Keşke “olmaz, getiremem” deseydi… Keşkeler çoğalıyor, ama yol şartlarında bir gelişme de olmuyordu. Beyaz otobüs çok ağır bir şekilde yoluna devam ediyordu.
Bazen de bu yolculuğun iyi tarafından bakmak istiyor, kesinlikle gemiye yetişebileceğini düşünmek istiyordu. Akşam karanlığında Çanakkale’ye ulaşır, iskeleye varınca otobüs durur durmaz bavulunu ve keklik kafesini kaptığı gibi oradaki Ayvalık gemisine son anda ulaşır,bindi mi ver elini Gökçeada!..derdi.Böyle düşünerek içindeki tarif edilemez belirsizlikteki duygulardan birazcık kurtuluyordu.Ya böyle olmazsa korkusu az önceki güzellikleri bir çırpıda siliveriyordu.
Köroğlu bükümlerini de çok yavaş bir şekilde geçtiler. Hava artık kararmaya başlamıştı.. Daha demine kadar eğilip baktığı yola da bakmaz olmuştu. Yeniden saatine baktı. Gemiye yetişme ümidi kalmamıştı artık. Ümidinin tükenmesiyle birlikte birazcık rahatlamıştı da. Ama yine de arada bir koridora eğilip eğilip yola bakıyor, yol levhalarını okumaya çalışıyordu.
Geyikli-Odunluk İskelesi ile Bozcaada levhalarını okudu. Çanakkale’ye iyice yaklaşmış olduklarının ayırtına vardı. Yağmur alabildiğine devam ediyordu. Beyaz şahin dediği otobüs çok sakin bir şekilde yol alıyordu. Kısa süre sonra Sarıçay Köprüsüne ulaştıklarını fark etti. Sarıçay’a vardıktan sonra Çanakkale’ye gelmiş saydı kendini. Daracık köprüyü geçen otobüs az sonra şehre ulaştı, İskele caddesi’ne dönüp şehrin ilk evlerinin arasında ilerliyordu. Büyük bir heyecan ve içinde kalan son ümit kırıntılarıyla otobüsün koridorundan iskeleye doğru sürekli bakmaya başladı. Yine de son bir ümitle Gökçeada’ya gidecek gemiyi gözlüyordu. Sokaklarda kimsecikler yoktu. Atatürk Anıtı hizasına geldiklerinde bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda hızla ve sürekli çalışan sileceklerin arasından iskelede bekleyen araba vapurunu gördü.
İlerleyen otobüs saat kulesinin hizasına ulaştığında Çanakkale İskelesi’nde bekleyen gemiyi de görünce dünyalar onun oldu! Ayvalık Gemisi’ydi bu, uzaktan da olsa tanımıştı onu.
Büyük bir sevinçle yerinden fırladı, ayağa kalktı. Arabalı iskelesinde duran otobüsten indi. Otobüsün görevlisine acele etmesini, çabucak bavuluyla keklik kafesini alacağını söyledi. Otobüsün görevlisi onun bu telaşına bir anlam verememişti, yine de bagaj kapağını hemen açıverdi.
O,yağan güçlü yağmura hiç aldırmadan açılan bagajdan önce kahverengi bavulunu, sonra da kafesi kaptığı gibi gişelere koştu. Gişe önünde cebinden para çıkarmaya çalışırken bir yandan da açılan küçücük cama doğru “Gökçeada’ya bir öğrenci bileti” diyordu. Çıkardığı parayı camdan içeriye doğru uzatırken gişe görevlisinin sözüyle donup kalmıştı. Gişe görevlisi: “Bugünkü Gökçeada seferi iptal edildi.”diyordu.
Para tutan eli küçük gişe camında öylece asılı kalmıştı. Adeta taş kesilmiş, sanki donup kalmıştı. Neden sonra elini gişeden geri çekti, gayet ağır hareketlerle bavulu ve kafesi alarak büyük bir hayal kırıklığı içinde yağan yağmura hiç aldırmadan geriye doğru yürümeye başladı. Onunkisi çocukça bir acelecilikti ve sonunda hüsrana uğramıştı.
Az ilerideki Aydın Turizm’in otobüs bürosuna girip oturdu. Bu hareketi gayriihtiyarî bir hareketti. Hiç düşünmeden girmişti küçük büroya. Bürodaki görevli nereye gideceğini sordu, o ise cevap bile veremedi. Görevli adam tekrar soruyordu:” İzmir’e mi gideceksiniz?” cevap yoktu. “Bursa’ya mı,Balıkesir’e mi ..?”diye sorarken adama “Sana ne ..” gibisine terslendi.Adam iyi birisiymiş ki oralı olmadı, “cık cık “ettikten sonra onu kendi haline bıraktı.
Dışarıdaki yağmur sesini duymaya başladı. Bir anda kendine geldi. Sanki derin bir uykudan uyanmışçasına kahverengi bavulu evirip çevirmeye başladı:”Eyvah! “diye haykırışından yanındaki adam ürperdi. Bavulu kaptığı gibi hareket saatini bekleyen arabalı vapura doğru koştu. Adamın “Kafesin kaldı! Kafesini de al!”sözüne tek kelimeyle “geleceğim” diye bağırarak cevap verebilmişti. Bir çırpıda vapura binmiş, beyaz şahinin kapısını yumrukluyordu.
Otobüsün görevlisi kapıyı açınca az önce inen bu aceleci yolcusunu hemen hatırlamıştı. Daha “ne var kardeşim?” demeye kalmadan: “Bavulu yanlış almışım! “sözüyle irkildi.Yapılan yanlışlığın ciddiyetini kavrayan görevli hemen bagajı açıverdi.”Bu sefer de yanlış alma haa..” diye takılmaktan da geri kalmamıştı.
Koyu kahverengi bavulunu aldıktan sonra ağır ağır otobüs bürosuna doğru ilerledi. Kafesi aldı, kaldırıp ışığa doğru tuttu. Keklik yavrularının yaşayıp yaşamadığını kontrol etmeyi nihayet akıl edebilmişti. “Çok şükür yaşıyorlar” diye mırıldandı.
Meraklı bakışlarla onu izleyen adamdan az önceki tersliğinden dolayı özür diledi. Başından geçenleri kısaca anlattı. Adam halden anlayan birisiymiş ki artık orasından burasından buhar tüten bu KÜÇÜK GÖKÇEADA YOLCUSU ‘nu dili döndüğünce teselli etmeye çalıştı. Ona bir çay söyledi. Bir süre daha konuştular.
Sonra vedalaştılar. Onunsa aklındaki “ya arabalı vapur karşıya doğru yola çıksaydı, kendi bavulu gitse, başkasının bavulunu ne yapacaktı” düşüncesiyle sırtı kızıyordu. Yanlış bavulun sahibinin düşeceği kötü durumu ise hiç düşünmek istemiyordu.
KÜÇÜK GÖKÇEADA YOLCUSU bir elinde koyu kahverengi bavulu, diğer elinde çıtalardan yapılmış derme çatma keklik kafesiyle hemen bitişikteki Aras Oteli’nin kapısından içeri sakin bir şekilde giriyordu. Olanları ise artık düşünmek dahi istemiyordu. Ama yaşadığı sürece de bugünkü olanları hiç unutmayacaktı.
Hasan KONU-1975
Okul
HKONU